“Bir Delinin Hatıra Defteri” yazar Nikolai Gogol tarafından,
1835 yılında yazılmıştır. Hikaye, orta yaşlı, düşük seviye bir memur olan
Aksenti İvanov Poprişçev’in yavaş yavaş aklını kaybetmesi ve sonunda bir deli
hastanesine yerleştirilmesini ele alır.
Gogol’un hikayeyi yazarken “The
Northern Bee” adli bir gazetede yayınlanan, deli hastanelerinden yatan
insanlar üzerine yazılmış bir dizi haberden esinlendiği söylenir.
Poprişçev devlet için çalışır ve yöneticisi için kalem açmak
gibi anlamsız bir işi vardır. Bazen değişik şeyler görüp duyduğundan
bahsetmektedir, ancak bu gerçek dışı şeylerin köşelerini yuvarlayarak onları
tamamen normalmişçesine öne sürer. Örneğin Meci adında konuşan bir köpeğin var
oluşunu diğer konuşabilen hayvanlardan örnekler vererek gerçek gibi gösterir. Poprişçev
sürekli bölüm amiri tarafından azarlanmakta ve yaşlanmasına rağmen hayatını
hiçbir şekle sokamadığı için yargılanmaktadır. Patronunun kızı Sophie
tarafından fark edilme çabası içindedir, ancak bu çabası her seferinde boşa
çıkmaktadır. Poprişçev iki köpeğin yazışmalarının hayalini kurar ve bu
mektupları ele geçirirse köpeklerden bilgi alabileceğini düşünür. Bu mektupları
inceler, ve mektupların çok “köpeksi” olduğunu söyleyerek onların bir insan
tarafından yazılmış olamayacağını öne sürer; böylece kendi kafasındaki tezi
doğrulamış olur. Sophie’nin köpeğinin “sorgulaması” sırasında Sophie’nin bir kameramanla
nişanlı olduğunu öğrenir.
Hikayenin ikinci bölümünde Poprişçev akli dengesinin iyice
kötüye gittiğini görmeye başlarız. “2000 Yılı, Nisan 43” olarak başlanmış bir
defter yazısında İspanya kralı olduğunu öğrendiğini görürüz. İşe gitmeyi
bırakır ve belgelere 8. Ferdinand imzasını atmaya başlar. Bu “sırrını” hiçbir
şekilde ifşa etmeden etrafta gezinir ve eski bir redingot kullanarak halkın onu
tanıyabileceği bir forma yaptırmaya karar verir. İspanyol delegelerinin
gelişini bekler, ve sonunda İspanyada olduğuna inanmaya başlar. Sonradan
İspanya ve Çin’in aynı ülke olduğunu öğrenir. Aklında İspanya’ya yaptığı bu
yolculuk, gerçeklikte deli hastanesine götürülürken yaptığı yolculuktur. Deli
hastanesinde tıraş edilir ve dövülür, ancak hala İspanya kralı olduğuna
inanmaktadır. Ona işkence eden görevli onun gözünde Engizisyoncudur. Gerçek
adıyla seslenildiğinde bakmamakta, 8. Ferdinand adıyla çağrılınca üstüne
alınmaktadır. Hikayenin son bölümlerinde
Poprişçev’in aklının iyice yerinden oynamaya başladığını açıkça görebiliriz.
Poprişçev yalvarmaya başlamıştır; onu o iğrenç yerden kurtaracak biri için
yalvarmaya başlamıştır. Annesinin hayalini görüp ona “zavallı oğlunu kurtarması”
için, “hasta oğluna acıması” için yalvarmıştır.
"Bir troika; yıldırım gibi atlar koşulu bir troika gelsin!.. Babayiğit bir arabacı sürsün aslanlarını, şıngır şıngır ötsün çıngıraklar... Uçursunlar beni bu cehennem dünyasından... Uzağa, çok uzağa..."
Hikayeye hâkim olan bir çok tema vardır. Bunlardan ikisi “toplumdan
yabancılaşma” ve “sosyal sınıf kaygısıdır”. Poprişçev’in hikâye ilerledikçe
yavaş yavaş toplumdan soyutlandığını, toplum tarafından yok sayıldığını
görürüz. Sınırları aşılamayacak kadar keskin olan bir toplumsal grubun içine
sürüklenmiştir, ve o grubun değerleriyle yargılanmaktadır. Kişiliği, insani
değerleri göz ardı edilen Poprişçev insanların gözünde yalnızca düşük seviye
bir memurdur. Bu ayrım öyle bir noktaya gelmiştir ki Poprişçev bile kendini
dışlamaya başlamıştır. Kendisi de ondan rütbece üstün olan kişilerin insanca
ondan üstün olduğuna inanmıştır. Amirine yönelttiği basit bir “Bugün hava
nasıl?” sorusuna aldığı cevabı “bizim türümüzün asla ulaşamayacağı bir bilgelik”
olarak yorumlamıştır. Poprişçev’in toplumdan yabancılaştırılması sosyal
seviyeler arasındaki bağları koparmıştır; bu nedenle patronuyla zeki bir
konuşma yapmaya çalıştığında dilinin emirlerine uymadığını fark etmiştir. Poprişçev
kendi gerçekliğini yaratırken toplumdan tamamen yabancılaşmıştır.
"Bugün en büyük bayram günü! İspanya, kralına kavuşuyor. Bulunmuş kralları!.. Bu kral benim. Ve bunu ancak bugün öğrendim."
Hikayenin biçimine baktığımızda Poprişçev’in akli dengesinin
bozulmasındaki en büyük faktörlerden birinin de sınıf ayrımı olduğunu
söyleyebiliriz. Poprişçev, toplum tarafından “üst kesimden daha düşük”
varlıklar olarak sınıflandırılmış ve bu sınıflandırmayı benimsemiştir. Öyle ki
bu onda bir çeşit inferiorite kompleksine neden olmuştur. Bu durumda doğru
paltoyu satın almanın bile sosyal seviyede bir yükselişe yol açacağı düşünülebilir.
Toplum, Gogol’un bu ve bu gibi karakterlerini hareket etmenin imkânsızlaştığı
bir pozisyona koymuştur ve bu durum karakterleri hiç bitmeyen bir “sosyal
yükseliş isteği” içinde bırakmıştır.
Poprişçev’in açısından bakarsak; o, sürekli ondan aşağı
tabakada olan insanları eleştirmekte ancak bu eleştirilere koz olarak dış
görünüşü (kıyafet, forma, vb.) ele almaktadır. Gogol burada toplumun dış
görünüşe dayalı olarak bir kişiyi ne kadar fazla eleştirebileceğini anlatmaya
çalışmıştır. Bu hikaye kentsel yaşamın yüzeysel yönleri ve bakış açılarıyla
birlikte bunları verilen önemin bir insanı nasıl tam anlamıyla yok
edebileceğine ışık tutmaya çalışmıştır. Poprişçev’in sosyal statüsü üzerine
olan kaygısı akli dengesinin yitirilmesine yol açmıştır. Bunu Sophie’nin elde
edilemeyeceğini anladığı anda İspanya tahtına göz dikmesinden de sezmek
mümkündür. Poprişçev’in hayattaki tek ilerlemesi kendi gerçekliğini
yaratmasıyla gerçekleşmiştir, ancak görülür ki Poprişçev’in hayali gerçekliği
bile sınıf kaygısının izlerini taşır. Poprişçev, onu sürekli yargılayan şehir
hayatından uzak bir tür ideal yaşam tarzı seçmek yerine kendini, sosyal
hiyerarşinin başında duran ve toplumsal standartlarla yargılanan bir kral olarak hayal etmiştir.
"Eskiden bunlar sanki bir sise bürünmüş gibiydi. Bunun nedeni de, beynimizin kafatasında bulunduğunu sanmaktan ileri geliyor. Oysa ki durum bambaşka: Beynimizi Hazer Denizi tarafından esen rüzgar getiriyor."
Başka temalara örnek olarak “mantık” ve “delilik”
izleklerini örnek gösterebiliriz. Poprişçev duygularını doğrulayacak kanıtlar
bulmakla kafayı bozmuştur, ve Gogol Poprişçev’in deliliğe yaklaşmasını mantıklı
konuşmalar ve anlatımlar ile göstermiştir. Tamamen gerçek dışı şeyler, çok
mantıklı konuşmalar olarak aktarılmıştır ki bu da Poprişçev’in kendi gerçekliği
içinde ne kadar derine indiğini gösterir. Poprişçev’in aklı bozulurken kendisi
bir nevi daha mantıklı bir hale gelir. Delilik ile mantığı aynı konseptin içinde
veren Gogol “gerçekliğin” içinde mantığın yerini sarsar.
Gogol, hikayesinde, sıkıcı bürokratik dünyanın içine
hapsolmuş bir adamın gerçeklerden kaçma
gerekliliğini dramatize etmiştir. Hikayenin duygusundaki en belirgin değişim,
Poprişçev Sophie’nin nişanlı olduğunu öğrendiğinde gerçekleşir. Bunu öğrendiği
zaman hemen gerçeklikten kaçmak için başka bir hayaline başvurur. Önceki
hayallerinde gerçek dünya ile bir bağlantısı varken - örneğin üst tabakadan bir
kızla evlenme isteği – bu hayalinde sanrılarının en uç noktasına gelmiştir.
Toplumdaki hiyerarşi toplumdan yabancılaşmış kişileri gerçeklikten kaçmaya
itmiştir. Hikayenin son kısmında Poprişçev buna bağlı bir ikilemdedir ve bir
yandan kendi için oluşturduğu yeni kimliğiyle “ülkeden kaçmak” isterken bir
yandan da annesinin koynuna dinmek istemektedir.
Gogol, hikayede hiçbir zaman Poprişçev ile tam anlamıyla empati
kurmasına izin vermemiştir. Hikayede en rahat empati kurulabilecek, en duygulu
noktalardan sonra tamamen saçma düşünceler konmuştur. Örneğin Poprişçev
hikayenin sonunda annesine “Hasta oğluna acı!” diye yakardığında okuyucunun
empati kurması engellenmiş ve hemen ardından “Şey….Haberiniz var mı? Cezayir
Beyinin burnunun altında kocaman bir ben varmış!...” gibi bir söz söylenmiştir.
Gogol hiçbir zaman hikayenin tamamen trajik olmasına izin vermemiştir, ve
böylece okuyucunun hikayenin çifte algısıyla mutlu olmasına izin vermiştir.
Çok güzel olmuş Zuhal eline sağlık makaleme büyük ölçüde katkı sağladı.
YanıtlaSilÇok güzel, tebrikler.
YanıtlaSil