FARELER VE İNSANLAR



Kitap Özeti

     İki göçmen işçi, George ve Lennie, işe başlamaları gereken çiftlikten kilometrelerce uzakta bırakılırlar. George, ufak tefek keskin özellikleri olan koyu tenli bir adamdır. Yoldaşı Lennie ise tam tersine biçimsiz bir suratı olan iri yarı bir adamdır. İki işçi çok susamışlardır ve yol kenarında minik bir gölü çevreleyen bir otlukta konaklamaya karar verirler. İkisi konuşurken Lennie’nin bir bakıma zihinsel özürlü olduğunu anlamaya başlarız. Bunun yanı sıra Lennie George’a aşırı derecede sadık ve vefalıdır. George onun güveni ve onun rehberidir.

     George yumuşak şeyleri okşamayı seven, ne yazık ki bazen de farketmeden onları öldüren Lennie’nin cebinde ölü bir fareyi taşıdığını öğrenir. Ölü yaratıktan bir hastalık kapacağını düşünerek hemen onu uzakta, çalıların arasına fırlatır. George, Lennie’ye de bakması gerekmese hayatının çok daha kolay olacağından şikayet eder, ancak okuyucu yine de anlar ki birbirlerine olan sadakat ve bağlılıkları aynıdır.

     İki arkadaş bir gün içinde taşanlar besleyebilecekleri, tarım yapabilecekleri bir arazinin sahibi olma düşünü paylaşırlar. George, Lennie’ye böyle ideal bir yaşamı nasıl olacağına dair, bir çok kez anlattığı hikayeyi bir kez daha anlatarak geceyi kapatır. 

     Sonraki gün, ikisi yakınlardaki bir çiftliğe giderler. Patronun geç gelmelerine vereceği tepkiden korktuğu için bütün konuşmayı George yapmak ister. Lennie küçükken bir atın kafasına çifte attığını, ve kuzen oldukları için birlikte seyahat ettiklerini söyleyerek patrona yalan söyler. Her fırsatta Lennie’nin iş gücünün çok fazla olduğunu belirtir. İşe alınırlar.
Önce, eski bir işçi olan ve bir eli olmayan çok yaşlı bir köpeğin sahibi olan Candy ile tanışırlar; sonra da patronun kötü ruhlu oğlu Curley ile. Curley çok sahiplendiği hafif fingirdek karısıyla yeni evlenmiştir ve çevresindeki herkese kıskanç bir şüphe ile yaklaşmaktadır. 

     George ve Lennie yatakhanede yalnız kaldığında Curley’nin karısı gelir ve onlarla flört eder. Lennie onun çok güzel olduğunu düşünür, ancak bu kadın ve kocasına karışmaktan gelecek tehlikeyi sezen George ona ondan uzak durmasını tembihler. Bir süre sonra çiftlikteki diğer işçiler de öğle yemeği için geri dönerler e burada George ve Lennie, Slim ile tanışırlar. Slim usta bir katır sürücüsüdür ve çiftlikte büyük otoriteye sahiptir. Slim Lennie ve George’un arkadaşlığı gibi arkadaşlıklara bu günlerde ne kadar az rastlandığına değinir. Bir başka işçi, Carlson, Candy’nin işe yaramaz yaşlı köpeğini vurup ona Slim’in köpeğinin yeni yavrularından bir tane verme fikrini öne sürer.

     Bir sonraki gün, George, Slim’e Lennie ile aslında kuzen değil, çocukluktan beri arkadaş olduklarını söyler. Ona Lennie’nin yol açtığı dertlerden bahseder. Mesela bir defasında Lennie bir kadının elbisesine dokunmaya çalışmıştır ve bu yüzden tecavüz ile suçlanmıştır. Slim, Lennie’ye küçük köpek yarularından bir tane vermeyi kabul eder, Carlson da Candy’e yaşlı köpeği öldürmesi için ısrar etmeye devam eder. Slim de Carlson’a arka çıkıp ölümün bu acı çeken hayvanı rahatlatacağını söyleyince Candy sonunda boyun eğer. Carlson köpeği dışarı çıkarmadan önce işi acı vermeden bitireceğine söz verir.
Slimbiraz iş yapmak için ahıra gittiğinde sürekli karısını arayan Curley de onun peşine düşer. George ve Lennie bir arazi alma planlarından bahsederkenSlim de onları duyar ve eğer onun da bir payı olacaksa bütün hayat birikimlerini onlara sunacağını söyler. Bu üçü bir anlaşma yaparlar, ve planlarından başka hiç kimseyi haberdar etmemeye karar verirler.

     Slim yatakhaneye döner, ve sürekli şüpheci olan Curley’i azarlar. Sinirini çıkarmak için kolay bir hedef arayan Curley Lennie’ye sataşır. Lennie kavga sırasında Curley’nin elini ezer. Slim, Curley’e George ve Lennie’yi işten attırmaya kalkarsa çiftliğin maskarası olacağı konusunda uyarır.

     Bir sonraki gece, adamların çoğu civarda bir geneleve gider. Lennie, Candy ve siyah ahır oğlanıyla baş başa kalır. Curley’nin karısı onlarla flört eder, ve adamların devamı geri gelene kadar oradan ayrılmayı reddeder. Lennie’nin suratındaki kesikleri görür ve kocasını yaralayanın o olduğu kanısına varır. Bu fikir onu güldürür. Sonraki gün Lennie yanlışlıkla ahırdayken köpek yavrusunu öldürür. Curley’nin karısı içeri girer, ve onu yatıştırmaya çalışır. Curley ile yaşamanın sadece hayal kırıklığı olduğundan ve bir film yıldızı olma hayalinden bahseder. Lennie ona yumuşak şeyleri okşamayı sevdiğini söyler, Curley’nin karısı da bunun üzerine ona saçlarını sunar. Lennie saçlarına çok fazla asıldığında kadın bağırır ve Lennie de o korkuyla onu susturmaya çalışırken fazla sıkı sarılır ve yanlışlıkla kadının boynunu kırar.

    Lennie ikisinden biri başına dert alırsa kaçış noktası olarak belirledikleri, o ilk gece konakladıklarıSalinas nehri kıyısındaki göle geri döner. Çiftlikteki adamlar ne olduğunu anlayınca bir linç partisi organize ederler. Nu sırada George, Lennie’ye katılır. Lennie’nin beklentisinin aksine, George “kötü bir şey”    yaptığı için ona kızgın değildir. George, Lennie’ye bir gün sahip olacakları çiftliğin hikayesini anlatmaya başlar. Lennie’ye bakacağı tavşanlardan bahsederken linç partisinin sesleri yükselmeye başlamıştır. George arkadaşını başının arkasından vurur.

     Diğer adamlar geldiğinde, George onlara silahın aslında Lennie’de olduğunu ve silahı ondan zorla alıp onu vurduğunu söyler. Sadece Slim gerçekten ne olduğunu anlamıştır – merhamet edip arkadaşını öldürdüğünü farketmiştir. Slim George ile onu yatıştıra yatıştıra oradan ayrılır. Diğer adamlar ise ne olduğunu anlamamışlardır; öyle şaşkın bir şekilde onların gidişini izlerler.


-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_ 

  Güç insanı yozlaştırmaz; korku 
yozlaştırır. Belki gücünü kaybetme korkusu.


-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-




“Fareler ve İnsanlar bir gerilim hikâyesi; bitinceye kadar elinizden bırakamayacağınız bir hikaye. Bundan daha fazlası aslında… Emin, kısık, kaba Amerikanizmin içinde Steinback bu minik hikayeye dokunmuştur.”    

 ~NY Times

“Acımasızlık ve hassasiyet bu tuhafça dönen sayfalarda iç içe geçiyor. Yaklaşan azabın kesinliği okuyucunun nefesini kesiyor.”   

~Chicago Tribune

“Büyük güç ve güzelliğin kısa bir hikâyesi. Steinback, Amerikan kurgu topluluğunun modern “sert-hassas” grubuna bir başyapıt bahşetmiştir.”   

~Times Literary Supplement (Londra)




-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_

  Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır. Kimilerini yenilgi yıkar, kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşırlar. Büyüklük, hem yenilgiyi, hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.

-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_

 

1.Bölümden Bir Kesit Lennie’nin Ağzından


Susamıştım. Hem de çok susamıştım. Güneş artık kaybolmuş olsa da gün boyunca yaymış olduğu sıcaklık havada kalın bir battaniye gibi asılı duruyordu. Belki de bir şey söylemem gerekirdi, George’a su istediğimi söylemem gerekirdi, ama ben ağzımı açınca kızardı bana. Dudaklarımı birbirine bastırıp yürümeye devam ettim. Elbet bir yerde duracaktık. Bütün akşam yürüyemezdik ya… Kafam susuzluğuma o kadar takılmıştı ki George’un durmuş olduğunu göremedim.  Son anda ayaklarımı yere gömdüm çarpmamak için.

George beni fark etmemişti. Şekli bozulmuş siyah şapkasını başından çıkardı, alnındaki teri işaret parmağıyla sildi. Etrafıma bakındım. Karanlıktan çok az şey görünüyordu; ancak net olarak görmeyi başardığım bir şey vardı ki o da küçük bir çalının arkasında dalgalanan su birikintisiydi. Gözerim büyüdü, dilimin daha da kuruduğunu hissettim. Yutkunmaya çalıştım, takıldım. George kızacaktı. Ama su… Sırtıma bağlamış olduğumuz battaniyeyi aceleyle üstümden attım ve yere çömeldim.

Su yeşile kaçıyordu, ama suydu yine de. Ellerimi önümde bir kâse gibi tutup suya daldırdım, sonra ağzıma götürdüm. Ah, ne kadar da susamıştım… Hiç ara vermeden suyu ağzıma çarpmaya başladım. Kollarım, yüzüm tamamen ıslanmıştı; ama içmeye devam ediyordum. Su… Su güzeldi.

“Lennie!” dedi arkamdan sert bir ses. “Tanrı aşkına Lennie, bu kadar çok içme.”

Ağzımdan taşan suyu göle püskürerek kocaman yudumlar almaya devam ettim. Omzumda beni sarsan bir el hissettim sonra. Bu sefer konuştuğunda sesi o kadar da sinirli değildi. “Lennie, bak yine dün geceki gibi hastalanacaksın sonra.”

Hastalanmak mı? Susuzluktu asıl hastalıktı. Başımı direk gölün serin sularına daldırdım. Ağzımı birkaç kez açıp kapadım suyun altında, iyice suyla dolsun diye. Yavaşça geri çekildim, kuma oturdum. Minik su damlacıklarının boynumdan, sırtımdan aşağı aktığını hissedebiliyordum. Bir nefes verdim susuzluğumun giderilmesinden gelen rahatlıkla.

“Çok güzelmiş su, dedim sırıtarak. “Sen de içsene George. Şöyle kocaman bir yudum alsana sen de.”

Gülümsememin tüm yüzüme yayıldığını hissedebiliyordum; George’a baktım. George da yükünü sırtından indirdi, kuma bıraktı. Suya iğrenen bir bakış attı. “Bence hiç temiz değil bu su,” dedi burnunu bükerek. “Üstü pis bir köpükle kaplı gibi.” Gözlerimi suya çevirdim. Suydu yani, bildiğiniz su. Daha dikkatli baktım, üzerinde yüzen küçük köpükleri gördüm. Ne fark ederdi ki? Köpüklüsü de susuzluğu giderirdi, köpüksüzü de. Ha güzel görünmüş, ha çirkin. Ne fark ederdi?





Göle doğru uzandım, elimi suya daldırıp parmaklarımı hareket ettirdim. Parmaklarımı oynattıkça suyun yüzeyinde minik halkalar oluşuyor, git gide büyüyorlardı. Gülümsedim kendi kendime. Dalgalar yaratmıştım! Her biri küçük başlıyor, genişliyor, sonra karşı kıyıya çarpıp geri dönüyordu. “Baksana George, bak ne yaptım?” dedim anlık bir heyecanla. George gölün kıyısında diz çöktü, avcunu suya daldırdı. Elinin suya girdiği yerden minik dalgalar çıkmaya başladı. Ağzımı açtım, açtığım gibi de kapadım. Ama o heyecanlanmamıştı dalgalara? Hiç ses çıkarmadan parmağımla dalgaları işaret ettim. Görmemiş olacak ki bir tepki vermedi.

Avcuna aldığı sudan hızlı hızlı birkaç yudum aldı. Gülümsedim yine. “İyiymiş tadı,” dedi basitçe. “Pek akan suya benzemiyor ama. Böyle durgun sulardan içme bir daha Lennie. Susayınca sulama kanallarından iç her zaman.” Anlamamıştım. Durgunuyla akanının ne farkı olabilirdi ki? Belki de akan suyun tadı daha güzeldi…

George yüzüne bir miktar su çarptı, boynunu ovaladı, sonra şapkasını tekrar başına çekip kumsala oturdu. Baktım bacaklarını göğsüne doğru çekmiş, ben de öyle yaptım. Dikkatlice baktım ona, ellerimi de dizlerime doladım. Şapkası da benimkinden daha aşağıda duruyordu, kendiminkinin ucunu gözlerimin üstüne doğru çektim. George asık suratıyla göle doğru bakıyordu. Yüz ifadesini taklit etmeyi hiç de istemiyordum.

 “Pislik otobüs şoförü kendinden o kadar emin görünüp burası diye bizi indirmeseydi çiftliğin kapısına kadar gidebilirdik,” diye homurdandı George. Çiftlik… Hangi çiftlikten bahsettiğini anlayamadım. Belki de yakınlarda bir çiftlik vardı. Bir an gözlerim parladı. Eğer çiftlik varsa yemek de olabilirdi. Öte yandan George homurtusuna devam ediyordu. “Yolun hemen aşağısı,” dedi sinirle. “Hemen aşağısıymış. Neredeyse altı kilometre! Hemen aşağısı dediği yer altı kilometrelik yol!  Çiftliğin kapısına kadar gitmek istemedi, bütün mesele bu işte. Oraya kadar gitmeye üşendi işte tembel herif.”

İşte yine bir çiftlikten bahsetmişti George… Belki de o da benim kadar açtı, o yüzden yemek bulmak istiyordu. “Soledad’a varmayı becermesi bile mucize bu herifin. Bizi otobüsten sepetleyip “Yolun hemen aşağısı” dedi bir de hiç utanmadan. Bence altı kilometreden bile fazlaydı yürüdüğümüz yol. Bir de şansımıza sıcak bir gün.”

Evet, sıcak bir gündü… O yüzden kurumuştu tabi ağzım. Ama şu çiftlik olayına kafam takılmıştı. Kızardı George sorsaydım, tabii ki kızardı; ama bilmemek de içimi yiyordu. Elimi cebimin içine doğru uzattım. Parmaklarım yumuşak bir tüy tabakasına değdiğinde ansızın rahatladığımı hissettim. Biraz çekinerek George’a baktım.

“George?”

“Evet, ne var?”

Bir kez yutkundum, gözlerimi yere çevirdim. “Bir nereye gidiyoruz George?”

Öyle hızlı bir şekilde hareket etmişti ki geriye doğru biraz düştüğümü hissettim. İri gözlerle, kafasından çıkarıp tehditkâr bakışlarla bana doğrulttuğu şapkaya baktım. “Unuttun bile, öyle değil mi? Sana tekrar söylemek zorundayım, baksana şu halime! Tanrım sen gerçekten kaçığın tekisin!”

Gözlerimin arkasında yaşların biriktiğini hissetmeye başladım. Ben… hatırlamıyordum ki? Hatırlayamıyordum… “Unuttum,” dedim alçak bir sesle. “Unutmamak için elimden geleni yaptım. Tanrı şahidim olsun, çok uğraştım unutmayayım diye George.” Sesim titremeye başlamıştı, ellerim de sesime ayak uydurmaya karar vermişti herhalde. Büzüldüm. George biraz sakinleşmiş gibi duruyordu.

“Tamam, tamam. Söyleyeceğim yeniden . Nasıl olsa başka bir işim yok şu an. Hayatımın geri kalan kısmını hemen unutman için sana bir şeyler söyleyerek geçirebilirim de aslında, ben sana bir şeyler tembih ederim, sen unutursun, ben daha anlatırım.”

Gözlerimi kırpıştırıp yaşları geri itmeye çalıştım. “Çok uğraştım,” dedim , “beceremedim ama.” Bir anda bir şey gelir gibi oldu aklıma. “Ha, tavşanları hatırlıyorum George!”

“Tavşanların canı cehenneme! Bir tek onları hatırlayabiliyorsun, öyle değil mi?” Tamam, neyse boş ver, anlatacağım bir daha. Şimdi beni bu sefer çok iyi dinle, söylediklerimi aklında tut ki başımız bir daha belaya girmesin. Howard Cadde’sinde kaldırımın kenarına oturup bir tahtaya bakmıştık hani, hatırlıyor musun?”

Rahatladım bu sefer. Bunu hatırlıyordum! Bunu gerçekten hatırlıyordum! “Tabi ki hatırlıyorum George. Orada oturduğumuzu hatırlıyorum…” Gülümsemem düşer gibi oldu. “Ama… sonra ne yaptık, onu tam hatırlayamıyorum. Birkaç kız geldi yanımıza sonra, sen bir şeyler söyledin.”

 Kaşlarımı çattım, kendimi hatırlamaya zorladım. “Sen şey dedin…”

“Boş ver şimdi benim ne dediğimi.” diyerek kesti sözümü George. “Murray ve Ready’nin ofisine gittiğimizi, oradakilerin bize çalışma kartı ve otobüs bileti verdiğini hatırlıyor musun?”

Evet, evet bir şeyler hatırlamaya başlamıştım sanırım. Bir masa vardı o ofiste… Kahverengi, eski bir masa. “Ah, tamam George. Şimdi sen söyleyince hatırladım.”


 Bir anda donduğumu hissettim. Panikle ceplerimi yokladım. Parmaklarım yine o yumuşak tüylere çarptı. Belki de onun altındaydı kartım. Parmaklarımı tüy yumağının etrafına sararak onu cebimden dışarı çıkardım, sonra diğer elimle cebimi yoklamaya devam ettim. Ama yoktu… Karttan eser yoktu. “George… Benimkiler yok. Kaybettim herhalde.” diye fısıldadım. George bana güvenmişti… ve ben kartı öylece kaybetmiştim. Kızacaktı. Kızacaktı yine bana.

“Seninkiler sende değildi ki zaten kaçık herif! İkimizinkiler de bende. Çalışma kartını güvenip sana verebilir miyim ben hiç?” dedi kızgınlıkla. Rahatlamıştım, gülümsedim.

 “Sanki… Sanki çalışma kartımı ceketimin cebine koydum gibi hatırladım da.”

Dolu olan elimi tekrar cebime soktum, yumuşak tüyleri okşamaya koyuldum. George öfkeli gözlerle bana baktı. “Cebinden ne çıkardın sen?”

İşte ellerim yine titremeye başlamıştı. “Cebimde bir şey yok ki benim” dedim.

 George gözlerini devirdi. “Cebinde bir şey olmadığını biliyorum, elinde ne var, sen onu söyle. Ne saklıyorsun elinde, çabuk söyle bana.”

Hayır, faremi ona anlatmak istemiyordum. Ama çok üstüme gidecekti, bağıracaktı kızacaktı… Yo hayır, anlatamazdım. “Bir şey yok elimde George. Gerçekten yok.” Bu sefer inanmamıştı bana.

“Hadi uzatma, ver elindekini bana.”

Kaybedecektim. Yine.

Elimi kendime doğru çektim iyice. “Bir şey sayılmaz ki George, küçük bir fare işte.”

“Fare mi? Canlı bir fare mi?”

“Yok, yok. Ölü bir fare George. Ben öldürmedim ama. Doğru söylüyorum, ben öldürmedim. Bulduğumda ölmüştü çoktan.” Alnımdan boynuma doğru akan teri silmek istedim, ama fareyi bırakmaya da elvermedi kalbim.

“Ver onu bana,” dedi George.

“Olmaz. Ne olur bırak da cebimde dursun George,” diye yalvardım son bir umutla.

“Çabuk ver onu bana!”

Sesi çok yükselmişti; hatta düpedüz bağırıyordu bana. Korkmuştum bu sefer. Uzun zamandır böylesine sinirli görmemiştim onu. En son…. En son… Hatırlamıyordum en son ne zaman böylesine sinirlendiğini. George’un delici bakışları altında eziliyordum. Yavaşça, çok yavaşça kapalı avcumu ona doğru uzattım. Parmaklarımı aralayıp fareyi elimden çekti. Fareye doğru uzandım, o yumuşak tüylerini son bir kez okşamak istedim, kolumu uzattım. George fareyi benden iyice uzaklaştırdı. İğrenen bir bakış attı minicik zavallıya, sonra var gücüyle onu gölün ta diğer tarafına fırlattı.

Gözlerimi kırpıştırdım.

-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_

  Sosyalizm köklerini Amerika'da bulamaz; çünkü fakirler kendilerini sömürülen bir sınıf olarak değil, geçici olarak sıkıntı yaşayan milyonerler olarak görmektedir.

-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_


 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder